ABD ile İkili Anlaşma..
Önceki bölümlerde değinmiştik, Amerika ve Rusya ilk büyük harpte Ortadoğu’ya inemedi demiştik, Almanya’ya karşı savaşıyorlardı, meşguldüler.
Savaş bittiğinde Osmanlı’nın toprakları paylaşılmış, Amerika ve Rusya’ya pay düşmemişti. Derken ikinci büyük harp gelip çatmış ama yine de bu iki ülke coğrafyamıza inememişti.
İlk hamleyi yapan Sovyet Rusya Mahabad tutmayınca hemen ardından peş peşe hamle yapmaya başladı…
‘Kürdistan Demokrat Partileri(KDP) kuruldu.
Irak KDP’sinin başına Molla Mustafa Barzani getirildi, İran ve Suriye de KDP’lerden payına düşeni aldı.
Bu yetmedi, 19 Mart 1945, Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Anlaşması’nı tek taraflı olarak feshedildi.
Ardından Kars ve Ardahan’la birlikte Boğazlarda üs talep etmeye başladı.
İkinci büyük harbe girmemiş olsa da ilk savaşın yaralarını sarmakta olan Türkiye, Sovyet Rusya’nın bu tehdidi karşısında Doğu ve Batı arasında tercih yapmaya zorlandı.
ABD Başkanı Truman’ın Orta Doğu’daki devletlerin güvenliğini sağlayacağını söyleyerek devreye girmesiyle, 5 Nisan 1945, Türkiye tercihini yaptı ve ABD’ye yelken açtı.[1]
İkinci büyük harp sonrasında karşılıklı yapılan bu hamleleri sıraya koyarsanız eğer daha o dönemde Rusya’nın, Mahabad sonrası kurulan Suriye KDP’si yani PKK terör örgütünün türevleri üzerinden oynadığı görüyoruz.
ABD’nin ise bu coğrafyada oyunu Türkiye ve İsrail üzerinden oynadığını anlıyoruz.
Şimdi o yıllardan 91 ve 2003 Körfez savaşlarına gelecek olursanız, küresel güç dengeleri açısından ABD’nin oyuna hakim olduğu, Rusya’nın ise oyun dışı kaldığı ortada.
Öyle ya ABD Ortadoğu’ya fiilen ve silahlı güçleriyle indi. Irak’ı işgal etti, Suriye’yi işgal etti. Mısır’da da siyaseti dizayn etti. Buna karşılık 2003 itibariyle Rusya hala ortalık yoktu.
Şu anda Ortadoğu’da yaşanılanlara üçüncü dünya harbi derseniz eğer, dünyanın merkezi olan bu coğrafyada ortaya çıkan bu güç dengesizliği mutlaka bir yerden patlak verecekti ki
işte bu da bizi, Suriye’deki bugünün Rus varlığına, Fırat’ın doğusunda olan bitenlere ve 15 Temmuz sonrası apar topar Suriye’ye gönderilen Türk Ordusuna verilmiş olan siyasi hedeflerin sahne arkasına götürüyor.
Bu kısa açıklamadan sonra gelelim İsrail’i kuran rüzgar ile aynı süreçte Cumhuriyete yön veren rüzgarın nasıl estiğine ve ne gibi sonuçlar ortaya çıkardığına.
Gerçekten de dünya tarihinde eşi benzeri olmayan bir kurtuluş savaşı sonrasında kurulmuş olan bu Cumhuriyet, kuruluş değerlerinden uzaklaşarak, bir yanda küresel plan ve projeler, öte yanda tarikatlar, cemaatler, tekkeleriyle bugünlere nasıl gelmişti?
ABD ile imzalanan ikili Eğitim Anlaşmasına kısaca değinmiştik. Şimdi artık masaya yatırılması gerekiyor. Bu can alıcı konu yeniden karşımıza çıktığına göre biraz daha açılmayı hak ediyor…
27 Aralık 1949’da, Türkiye ve ABD Hükümetleri arasında ikili bir anlaşma imzalandı.
Konu, İki ülke arasında yapılacak eğitim alanında karşılıklı işbirliğiydi. İşte anlaşmada geçen o madde;
‘Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu namı altında bir komisyon teşkil olunacak ve bu komisyon iş bu anlaşmanın hükümleri dairesinde TC Hükümeti tarafından temin edilen paralarla finanse edilecek olan eğitim programının idaresini kolaylaştırmak için ihdas ve tesis edilmiş bir teşekkül olarak Türkiye Cumhuriyeti ve Amerika Birleşik Devletleri hükümetleri, tarafından tanınacaktır.’[2]
İlk bakışta, büyük harplerden yorgun ve fakir olarak çıkmış olan Türkiye’nin bu açılımı isabetli gibi görünüyor olsa da mesele farklıydı.
Akla yatması zor bir şekilde, Eğitim Komisyonun başkanı ABD’nin Ankara Büyükelçisi komisyon başkanı olacaktı.
Bunu anlaşmaya şöyle yazmışlar:
‘Komisyon, dördü TC vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz azadan müteşekkil bulunacaktır. Bunlara ilaveten ABD Türkiye’deki diplomatik heyetinin başı(ki aşağıda misyon şefi ismiyle anılacaktır) komisyonun fahri başkanı olacaktır.’
Yani bu eğitim komisyonu toplamda dokuz kişi; dördü Türk, dördü Amerikalı ama dokuzuncu kişi ABD’nin Ankara Büyükelçisi.
Hal böyle olunca, siz isteseniz istemeseniz de Türkiye’de temeli Cumhuriyetle atılmış olan milli eğitimin başına ABD getiriliyor ve idareyi ele alıyordu.
Tabii bu olayın milli eğitim yönü, bir de işin istihbarat yönü vardı. Biz bunu Türkiye’de Haydar Tunçkanat’ın 1975 yılında basımı yapılan ‘İkili Anlaşmaların İç Yüzü’ adlı kitabından öğreniyoruz.
Tunçkanat burada, eğitim komisyonu marifetiyle ABD’nin nasıl örümcek ağı gibi örgütlendiğini açıklıyor;
‘Amerika uzman, araştırmacı, öğretim üyesi adları altında bu anlaşma ile kurulan ‘Eğitim Komisyonu’ marifetiyle gerekli personeli bilgi toplamak üzere görevlendirmiştir.
Türkiye’de kendisine yardım edecek ve işbirliği yapacak, Amerika’da yetiştirilmeye uygun Türk genci, öğretim üyesi ve araştırmacılara ihtiyacı vardır. Bu amaçla nitelikleri uygun görülüp seçtikleri bazı kişileri eğitim araştırma, görgü ve bilgilerini arttırmak üzere ABD’ye gönderdiler.
Bunlardan Amerika’da yararlı olacaklar dolgun ücret ve görev teklifleriyle orada bırakıldı, bir kısmı da süreleri sonunda Türkiye’ye döndü. Dönenler de iki gruptu: Birinci grup Amerikan hayranı ve onların her şeyini benimseyip Amerikanlaşanlar; İkinci grup da bunların dışında kalanlar’.
Birinci gruba dahil olanların en kabiliyetlileri gerektiğinde kullanılmak ve işbirliği yapmak üzere Devletin, Hükümetin en önemli yerlerinde görev almaları veya tayinleri sağlandı. Bunlardan bir kısmı da Türkiye’deki Amerikan Yardım Kurulları, şirketleri ve diğer örgütlerinde görevlendirildiler.
Bu surette Türkiye’deki işbirlikçileri zaman içinde çoğalarak örgütlendi.
Amerikalılar, Türkiye’ye yolladıkları asker ve sivillerin bir kısmını -ailesi Türkiye’den kaçmış veya çıkarılmış- etnik gruplara mensup Rum ve Ermenilerden ve özellikle de Türklere düşman kimselerden seçtiler.
Bu kişiler şirket müdürü, uzman, danışman, tüccar, temsilci, er, subay ve turist olarak Amerikan pasaportuyla gelip İkili Anlaşmaların Amerikalılara tanıdığı geniş imtiyazlara dayanarak Türkiye’deki özel görevlerini büyük bir serbesti içinde, kimsenin müdahalesi olmadan yaptılar ve Türkiye’yi parçalamak, karıştırmak için yerli ortaklarıyla yerli örgütler kurdular.
Türkiye’deki devrimci ve antiemperyalist, Atatürkçü her hareket komünistlikle damgalanarak sol tehlike büyütülürken, her türlü sağ ve gerici hareketlere milliyetçi nitelik verilerek örtülmek suretiyle, Türkiye için asıl büyük tehlike sinsi bir şekilde yerli ve yabancı para ve ideolojilerle beslenip kuvvetlendirildi. Türkiye’nin en sorumlu yöneticileri dahi buna bilerek veya bilmeyerek inandırıldı.’
Başta söylediğim gibi İsrail’in kuruluşuyla atbaşı giden bir süreçtir bu.
Cumhuriyet okullarının kapatıldığı yerine tarikat tekkelerinin açıldığı bir süreçtir. İlk açılanların da Gümüşhanevi, İskenderpaşa ve İsmailağa dergahlarının olduğu bir süreçtir.
Tunçkanat’ın bu açıklamasında konumuz açısından çok çarpıcı bir gerçek ortaya çıkıyor, şöyle ki;
‘Amerikalılar, Türkiye’ye yolladıkları asker ve sivillerin bir kısmını -ailesi Türkiye’den kaçmış veya çıkarılmış- etnik gruplara mensup Rum ve Ermenilerden ve özellikle de Türklere düşman kimselerden seçiyordu’ diyor ve bunlar eliyle çeşitli örgütlerin kurulduğunu açıklıyor.
Tunçkanat bize 60’lı yılları anlatıyor ve Eğitim Komisyonu marifetiyle Türkiye düşmanı Ermeni ve Rumların nasıl örgütlendiği açıklıyor. Şimdi yıl 2019, aradan geçmiş 60 sene, bu yapının şimdi nerelerde olduğunu ve nerelere kadar sızdıklarını bir düşünün.
Bu pencereyi açınca insan, haklı olarak, yine 15 Temmuz’a gidiyor ve bir kin, bir intikam, bir nefret hissini dışa vururcasına masum halkın üzerine sıkılan kurşunları, polisimize atılan bombaları düşünmeye başlıyor.
O geceyi yaşamış bir insan aklı, galeyana getirilen halkın içine gizlenmiş bazı kimselerin eliyle masum askerlerimizin nasıl katledilmiş olduğunu akla getiriyor.
Ve insan aklı, ‘Biz devletiz be, Çatladıkapı Muhtarlığı değiliz, her şeyi biliriz’ diyen Usta’nın bu kalkışmayı neden önleyemediğini düşünmeye başlıyor. Masum askerlerimiz dedim, doğrudur. Kalkışmaya sürüklenen erbaş ve erlerin masumiyeti mahkemelerde şimdi ortaya çıktı ve haklarında beraat kararı verildi.
İnanın bana, tam 30 yıl Türk Ordusunda şerefle hizmet etmiş bir Türk subayı olarak size bunu söylüyorum;
Ben bir Türk subayının Gölbaşı’ndaki polis özel harekat merkezine bomba atıp 44 polisimizi şehit edebileceğine hala inanamıyorum.
İstediğiniz kadar tarikat deyin, cemaat deyin, istediğiniz kadar Hollandalı Van Bruinessen’in dediği gibi rabıta ayinleri deyin ve bu ayinlerle insan aklının elinden alındığını hatta kendilerine uçuruma atabilecek kadar çıldırmış olabileceklerini ileri sürün, ben hala bir Türk subayının Türk polisini bombalayabileceğine aklımı inandıramıyorum.
Hiçbir şeyden haberi olmayan, kalkışmayı durdurabilecek bir güce dahi sahip olmayan Polis Özel Harekat merkezini bombalamanın anlamı neydi ki?
Neden yaptılar bunu?..
Sonuç bombalandı mı, evet.
44 polisimiz şehit düştü mü, evet.
Peki 44 polisimizi şehit etmekle ne yapmış oldular?
Daha bu haber televizyonlara düşer düşmez halkın yüreğinde büyük bir öfkenin doğmasına yol açtılar, sokağa çıkmış olanları da askere karşı galeyana getirdiler.
Yoksa bu muydu amaç?..
Aynı pencereden aynı manzara İstanbul’da köprüyü tek taraflı tutmuş olan askerlere bakıldığında da görülebiliyor. O askerlerimizi her kim oraya sürüklediyse, kalkışmanın bir sonuç vermeyeceği anlaşıldığında dahi askerlerimizi orada tuttu, geri çekmedi ve masum erleri şehit haberleriyle galeyana getirilmiş halkımızla karşı karşıya bıraktı.
Neden?
Aklıma Fetö’cü unsurlarla birlikte ordumuzun içinde uyutulmuş hücrelerinin varlığı geliyor. Ben de bu nedenle zaten Tunçkanat’ın açığa vurduğu bu gizli Ermeni ve Rum unsurların varlığına dikkati çekiyorum.
Bunun araştırılması gerektiğini söylüyorum.
Bana sorarsanız eğer bu yapılmalı, Türk ordusu içine sızdırılmış uyuyan hücrelerin hala var olup olmadığı özel olarak araştırılmalı, Fetö soruşturmasında da bu durum dikkate alınmalıdır.
İşte ABD’nin eğitim komisyonu marifetiyle Türkiye’yi sürüklediği yer yer budur; örgütler, cemaatler, tarikatlar. Tunçkanat’ın 1975 basımlı ‘İkili İlişkilerin İç Yüzü’ adlı eserinde daha detaylı bilgilere ulaşabilirsiniz, kitabı bulmakta bir sorunla karşılarsanız bu bilgileri ‘Menora/ Işığın Gölgesindeki Darbe’ adlı kitapta bulabilirsiniz.
Sonuçta hal ve gerçek bu iken, Türkiye’yi hedef almış küresel projeler ve buna destek verenler belli iken, ister medya ve siyasetçiler hala bunu örtüleyebiliyor. Bunda hiç şüphe yok ki hem medyanın hem de ‘Eyyt heyyt’lerle yapılan siyasetin rolü büyük olmalı.
Bugün Türkiye’de ve Ortadoğu’da yaşanılanları halka anlatabilmek için öznesi ve yüklemiyle bir bütün ve anlamlı cümle kurulmuyor. Çoğumuz söylediklerini anlayamıyor.
Peki neden böyle yapıyorlar derseniz, hiç şüphe yok ki nereye yürüdükleri görülmesin diye.
Şimdi konu açık.
Barzani yayın organı Rudav’da neler yazılıp çizildiğini açıkça gördünüz.
Bu örgüt hala yaşıyor. Ve Türkiye’ye karşı konumlanmış bir küresel siyasi proje var ve bunun ayakları Fetö’yle birlikte Ermeni Taşnak Hoybun’a gidiyor.
Usta ve ortağı Bahçeli’nin sıkça dile getirdiği asıl beka meselesi bence bu olmalı.
Türkiye Fetö’nün siyasi ayağını böyle çerçevelenmiş resmin içinde aramalı…
Kitap:
Usta’nın Göremediği Siyasi Tuzak
[1] Barış Ertem, ‘Türkiye Üzerindeki Sovyet Talepleri ve Türk-Sovyet İlişkiler (1939-1947)’, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt 3, s. 268, 2010.
[2] Haydar Tunçkanat, İkili Anlaşmaların İçyüzü, s.52, Tekin Yayınevi, 1975.